Türkçe Romanlardaki Az Bilinen Kelimeler Sözlüğü

Türkçe Romanlardaki Az Bilinen Kelimeler
Türkçe romanlar okurken çoğu kişinin anlamını bilmediği belki de hiç duymadığı unutulmaya yüz tutmuş az bilinen eski Türkçe kelimelere rastlamaktayız. Ya da Türkçe kullanımına yeni girmiş az bilinen kelimelere de rastlamaktayız. Günümüzde sık kullanılmayan ancak Türkçe romanlarda geçen "en çok satan kitaplar" sitesi tarafından derlenen az bilinen eski veya az bilinen yeni Türkçe kelimeler ve romanlardaki örnek alıntıları... İşte, Türkçe Romanlardaki Az Bilinen Kelimeler Sözlüğü... 

A
Aşifte: Hafif meşrep, oynak kadın, iffetsiz kadın. "Ben sana işaret ettim, görmedin. Şimdi anladın mı? İşte şimdi anladım... Ah, küçük aşifte!" (Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 52)
Atar=Aktar: Baharat veya güzel kokular satan kimse veya dükkan.  "... oraya alışverişten çok ahbaplık için gelen mahalleden bir müşteri, atarın dükkanında sobanın çevresinde toplanmış, gevezelik ediyorlar." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 244)

B
Behemehâl: Her durumda, ne olursa olsun, kesin olarak-kesin bir biçimde.  "Nuri Efendi bana fazla iş vermez, verdiği işin de behemehâl yapılmasını istemezdi. Aceleye lüzum yoktu." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 36)
Boran: Çok sert yel/rüzgar, şimşek ve gök gürültüsü ile ortaya çıkan sağanak halinde yağmurlu sağanak yağışlı hava olayı.  "Kış zor olmuştu. Alidağın tepesinde boran savururken, tipi göz açtırmazken,... Duman içeriyi dolduruyor, karda boranda, tipide mağaranın kapısını açıp dışarıya çıkıp soluk almak zorunda kalıyorlardı." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 403)

C,Ç
Ceren: Ceylan. "Ceylan" sözcüğü ceren sözcüğünün değişmiş biçimidir.  "Top top olmuş cerenler gezerdi. Sürmeli gözlü, ürkek cerenler... Cereni yavuz atlarla avlardık. Atın yiğitliği ceren avında belli olur." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 290)

D
Deyyus: Karısının ya da kendisine çok yakın bir kadının namussuzluğuna, erkeklerle düşüp kalkmasına göz yuman, aldırmayan kimse anlamında sövgü sözü. "-Emmi, dedi, hancı nerede ola? İhtiyar:-Napacaksın o deyyusu? diye sordu." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 76)

E
Edim: Eylem, fiil, davranış.  "Yorumlar, nedenler önemsizdi; kesin değildi. Önemli olan insanın edimleriydi. Değişmez tek bir şey vardı insan için: Ölüm." (Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, 124)
Efkârıumumiye: Kamuoyu; kamuoyunun/genelin düşünceleri-fikirleri. Efkâr: Fikir kelimesinin çoğuludur.  "Bu yazının muharririne göre Halit Ayarcı efkârıumumiye ile alay eden bir iş adamı, bir sergüzeştçi idi ve ben onun kuklasıydım!" (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 280)

F
Filhakika: Doğrusu; Gerçekten, gerçekte. "Filhakika gördüğüm şey benim yüzüm değildi." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 298)

G
Gangster... Mafya.   "Vasıfsız ünlüler ve yerli gansterlerle (şimdi bunlara Mafya deniyor) uğraştığım o günlerin birinde, ilginç bir haber olabilecek bir eczacıyla tanıştım." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 123)
Garsoniyer: Bazı erkeklerin, evlilik dışı ilişkiler için kendi konutlarından ayrı olarak tuttukları özel konut. "İstanbul'un en güzel köşelerini anlatırken benimle seviştiğin evin sokağını anlattın, bizim Kurtuluş'umuzu, bizim küçük köşemizi anlattın, sıradan bir garsoniyeri değil." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 340) 

H
Havak: Yara cerahatlenmek, şişmek, azmak. "-Nasıl oldu Çavuş? diye sordu. Çavuş inleyerek:-Yaram azdı, dedi. Havaktı. Ben bu yaradan kurtulamam gayrı. Ölürüm." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 182)
Havaneli: Havanda bir şeyi dövmeye yarayan tokmak.  "... dolaptaki teneke kutulardan birini, zeytinyağlı lahana dolmasını çıkardı; ütü masasına koydu. Çevresine bakındı. Bir bıçakla havanelini alıp bıçağın sapına vura vura güçlükle açtı kutuyu." (Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, 83)
Hodbin (Farsça Hod=Kendi, Bin=Gören): Bencil; Sadece kendini gören, kibirli, mağrur.  "Hayır, onlar da benim gibiydi, hatta daha beterdiler. Hiç şüphe etmeden hodbindiler. Umumun parası sarf edilirken o kadar cömert, hasbi, kayıtsız şartsız yenilik taraftarı olan, benim eserimle övünen insanlar, şimdi kendi menfaatleri ortaya konunca birdenbire dönmüşlerdi." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 374)  
Huğ: Duvarları kerpiç ya da genellikle toprak sıvalı kamıştan yapılan, ağaç çatısı üzerine sık döşenmiş kamış ve daha üstüne saz örtülü köy evi.  "Yalnızdut düzünü geçtiler. Sonra bir bataklığa saplandılar. Bataklıktan kurtulunca, Aktozlu köyünün huğlarının ışıkları gözüktü." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 271)

I,İ,J
İdadi: Lise. (Örnek:Kuleli Askeri İdadisi=Kuleli Askeri Lisesi)  "Kör topal idadi tahsilimi -...- bitirmeğe uğraştığım o yıllarda, Nuri Efendi'nin hiçbir açık geliştirme yapmadan insanla saat, saatle cemiyet arasında bulduğu yakınlıkları, onların üzerine kurduğu hayat ve cemiyet felsefesini nereden anlayacaktım?" (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 34)
İspritizma: Ruhun varlığını, hiçbir zaman ölmediğini, istenirse ölü kimselerin ruhlarıyla bağlantı kurulabileceğini öne süren inanış ve uygulama; Ruh çağırma. "İspritizma Cemiyeti hiç de Psikanaliz Cemiyeti'ne benzemiyordu. Orası şenlikli idi."  (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 154) 
İstihza: Biriyle alay etme, eğlenme. "İstihza sesine hakimdi; ... kendisini isteyen adamla mı, hadise ile mi, benimle mi istihza ettiğini anlamak güçtü. Anlatırken arada bir küçük kahkaha atıyordu." (Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 25)

K
Kabza: Tabanca, kılıç gibi silahlarda, silahı kullanırken el ile tutulan/el ile kavranan yer, sap, tutak.  "Memed, çalının arkasına sinmişti. Eli, tabancasının kabzasındaydı." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 115)
Kaytan: 1.Pamuk veya ipekten sicim. 2.Yelkeni yarı kapatmak için kullanılan örgüt halat.  "Çarığı bağlayışını seyrediyordu. Memedin elleri, çarık bağlamaya alışkın eller... Öyle gösteriyor. Kaytanları taktı taktı, getirdi arkadan düğümledi." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 25) 
Kımık: Küçük, ufak, küçücük, ufacık. Genellikle "bir kımık" biçiminde ve çocuklar için kullanılır.  "Neden sonra kendini toplayabilen Döne arkasından: -Ağam o, bir kımık çocuktur, diyebildi. Bizi aç koma." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 58) 
Konsomatris: Gazino, bar vb. eğlence yerlerinde müşteri ile birlikte yiyip içerek çalıştığı yere kazanç sağlayan kadın.  "... tutarsızlığın bir an önce düzeltilmesini çocuk gibi tutturarak, huzursuzluklarıyla konsomatrislerin, garsonların, kabadayıların ensesinde boza pişirenler vardı."  (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 359)
Kukuleta: Yağmur, soğuk gibi dış etkilere karşı başa geçirilen, giysiye dikili veya ayrı olarak kullanılan başlık.   "... futbol takımlarının rengindeki kukuletaları ... dükkan dükkan sorup arayıp bulmuştu." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 46-47)

L,M
Menhus: Uğursuz, kötü. "Anneniz Mübarek adını verdiği halde babanız 'Menhus' adını koymuş, nasıl oldu da parçalamadı şaşıyorum."  (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 113)
Muganniye: Kadın şarkıcı.  "Daha o gecenin haftasında baldızım küçük bir gazinoda muganniye idi." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 228) 
Müstantik-Mustantik: 1.Soru sorup bir kimseyi soruşturmak isteyen. 2.Sorgu hakimi.  "-Candarmalar daha gelmediler mi? -Akşama doğru ancak gelirler. Hükümete haber göndermişler, müstantiği bekliyorlar, doktoru da bekliyorlar herhalde..." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 142) 
Muvakkit: Dünyanın güneş etrafındaki hareketine göre vakti ve bilhassa namaz vakitlerini belirleyen kimse. "Muvakkit Nuri Efendi'den öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima Müslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz halkı imiş." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 24) 
Müstehzi: Alaycı.  "İlk sözü ondan bekliyorum ve bunun müstehzi bir cümle olmasından korkuyorum." (Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 24)

N
Nüzul: Felç, inme.  "Nüzhet'in babasına nüzul inmiş. Beni sayıklıyormuş." (Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 111)

O,Ö,P
Pervaz: Kapı ve pencerelerin kasasıyla duvar arasında olan boşluğunu dekoratif amaçlı kapatmak için kapı ve pencere kenarlarına çepeçevre eklenen uzun dar ve ince parça.   "Pencereyi açmış, gövdesini karanlığa uzatmış, dirsekleriyle pervaza yaslanırken yüzünü apartman aralığının o dipsiz kuyusuna uzatmıştı." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 293)
Pitoreks: 1.Durumu, görünüşü bir tablo konusu olmaya değecek güzellikte olan (görünüm). 2. Görünüşü bakımından resim konusu olmaya layık görünen. Pitoreks, seyredilmeyi hak eden güzellik olarak da bilinmektedir.   "Ben 'pitoreks' bir yazarım. Sözlüklere baktım ama, pek de çözemedim bu kelimenin anlamını;.." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 43)

R
Refika: 1.(Bir erkeğe göre) eş, karı, zevce. 2.Kadın arkadaş. (Refika, arapça refik=arkadaş, yoldaş'tan refika) "Fakat tek zaafı, refikasına karşı beslediği sevgi sanki bu elbiseden bana geçti."  (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 16) 
Rüştiye: Ortaokul.  "Fatih Rüştiyesi'ndeki sınıfımızın kalabalık mevcudu bana, etrafımdaki yarışı en geri sıralardan, isterseniz buna kral locası deyin, seyretmek imkanını verdi." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 23) 

S
Salaş: 1.Sebze, meyve vb. satmak için kurulmuş, eğreti, derme çatma dükkan. 2.Tahtadan yapılmış (baraka) 3.Uyumsuz, derme çatma, kötü görünen.  "... sonra gene kaybettim, sonunda o beni salaş bir pavyonda buldu." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 350)
Sari: Başkalarını da etkileyen, bulaşıcı. "Odayı zapteden bu merhametten ürkmeğe başladım, fakat bu kuvvetli sari duygu bütün ruhlara saldırıyordu." (Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 63)
Sergüzeşt: Macera. (Frasça kökenli bir kelime) "Bilir misiniz ki alalade işi sevmez. İş dediğin onun için evvela bir sergüzeşt olmalı. Kutup seyahatı, kaçakçılık her şey elinden gelir." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 260-261) 

Ş
Şimendifer: 1.Demiryolu. 2.Tren. (Fransızca "chemin de fer (demiryolu)" kavramından Türkçe'ye geçmiş bir sözcük. "... içimde bir deniz, bir vapur, bir şimendifer yolu, etrafında beyaz köşkler dizili bir yol hayali vardı;..." (Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 18)
Şuh: Neşeli, işveli ve özgür davranışlı/rahat kadın.  "Şuh sesli Emel Sayın'ın ilk şarkısından sonra sarsıla sarsıla boşalıp akarak transistörlü radyoyu kapkara bir sıvıyla berbat eden..." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 45)  

T
Tecessüs: 1.Kendini ilgilendirmeyen şeyleri, bir kimsenin özel durumlarını merak etme, araştırıp öğrenme soruşturma. 2.Ayıp ve kusur araştırmak. Casus kelimesi de bu köktendir. "Nuri Efendi ondan bahsederken, "Havass-ı Kur'an böyledir, onunla oynayanlar işte bu hale gelirler," der; fakat tek zaafı olan tecessüsü yüzünden, küfürle omuz omuza yürüyen bu adamdan vazgeçemezdi." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 42) 
Tekmil: 1.Tüm, bütün. 2.Tam duruma getirme, tamamlama, bitirme, sona erdirme.  "Toprağa çöküverdi. Kızarmış boynundan, yüzünden oluk oluk ter akıyordu. Bu sırada tekmil keçiler gene ekine doldu." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 43)
Teres: Pezevenk anlamında kullanılan bir sövgü sözü.  "Recep çavuş: -İşi azıttılar. Yenice akılları başlarına geldi tereslerin." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 169)
Teşrin: Eski Rumi takvime göre ekim ve kasım aylarına verilen ortak isim. Teşrin-i evvel: Ekim ayı, birinci teşrin, ilk teşrin. Teşrin-i sani: Kasım ayı, ikinci teşrin, son teşrin.  "Hemen her gün en kaba ve hoyrat hikayelerden dinlediğimiz bu yaz cümbüşleri, teşrin yağmurlarına kadar sürdü." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 138) 

U,Ü
Ufarak: Oldukça ufak, biraz ufak, küçükçe.  "Masalardan ikisinin üstünde karalı kırmızılı kısa tüylü, uzunca kalın bacaklı, uzun boyunlu ufarak iki horoz vardı." (Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, 56)
Uykudagezer: Türk Dil Kurumu Sözlüğünde "uykuda gezer" yok. Kara Kitap romanında ise "uykudagezer" kelimesi çokça kullanılmış.  TDK Sözlüğünde uyurgezer var ve uyurgezer: uykusu sırasında konuşan, yürüyen (kimse) olarak tanımlanmış.  "Onlar arasındayken, bir türlü uyanamadığı için gerçek insanların arasına dönemeyen bir uykudagezerin acılarını hissediyordum." (Orhan Pamuk, Kara Kitap, 281)  

V
Verese: Mirasçılar. Arapça varis'in çoğulu veresedir.  "Bir kısmı da bizi unutuyor, birkaç kuruş için yahut "dünya malı için" babalarının son isteklerine hürmetsizlik eden vereseye kızıyorlardı." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 92) 
Vido: Oyunda (kimi iskambil oyununda, tavla ve bezikte,...vb) kazanılacak sayıyı veya parayı iki katına çıkarma. İkiye katlama. Konkende kullanılan benzer sisteme ise rolans veya surrolans denir.  "Halbuki Halit Ayarcı ile karım Pakize'nin bitmez tükenmez vidolu tavla partilerini seyrederken,..." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 14) 

Y,Z
Yalım: 1.Yanan ve ışık veren şeylerin türlü biçimlerde uzanan dili, alev. 2.Kılıç, bıçak gibi kesici araçların keskin yüzü.  "Yalımlar esen yelle savruluyordu. Köylüler yalımları savrulan öbeğin uzağına çekildiler..." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 328)
Yeis: Umutsuzluk; Üzüntü-keder; Umutsuzluktan doğan üzüntü-karamsarlık. "Ertesi senenin şeker bayramı eve hiçbir akraba uğramadı. ... Dördüncü günün akşamı hakiki bir yeis içinde: -Emine kızım, dedi. Şu paketleri kaldırın... Çocukların odasına koyun!... Geldikleri zaman alırlar!" (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 86-87)  
Yornuk: 1.Dinlence, Dinlenme. 2.Yorgunluk. (Halk ağzından: yornuk almak)  "Ali:-Gel öyleyse oturup bir iyice yornuk alalım. Bir daha da yoldan gitmeyelim." (Yaşar Kemal, İnce Memed I, 203)   


Benzer Yazılar

Edebiyat 2586035294624846328

Yorum Gönder

emo-but-icon

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Son Yorumlar

item